Bir zamanlar İstanbul`da plaza çalışanı bir beyaz yakalıydım. Yetişme tarihlerine uymak zorunda olan, fazla mesaili ve yoğun bir işim vardı. Gerçi bir kariyer insanı değildim, en azından sektörün çivisinin çıktığını düşündüğüm son zamanlarda. Aklım fikrim çocuklarımı daha iyi yetiştirmekteydi. Haftasonları için binbir plan yapardım. Nerede ne var araştırır, excel kullanımının cılkını çıkardığım için bunları bir tabloya oturturdum. Tiyatrolar, parklar, gösteriler, sinemalar, müzeler ve aklıma ne gelirse. Yaş grupları, iletişimleri, ücretleri, tarihleri. Sonra bu yaşta çocukları olduğunu bildiğim herkese mail atardım bu dosyayı. Ya delilik değil mi bu? Şimdi bunları yapıp para kazanıyor insanlar.
Sonra elbette bu listede benim çocuklara uygun ne varsa hepsini itinayla yapardık. Ne Sabancı Müzesi, ne Borusan Contemporary`si, ne İstanbul Modern`i, ne de tiyatrosu, gösterisi kalmadı gitmediğimiz. Çocukları kasmadan, sıkmadan epey eğlendirdik küçük yaşlarında. Ayrıca İstanbul`un parklarını da dip bucak keşfettik. Emirgan, Göztepe, Zorlu, Belgrad, Miniatürk, Bilgi Üniversitesi, Nezahat Gökyiğit… Bak bunlar bir çırpıda aklıma geliverenler. Bu delilik değil. İyi bir ebeveyn olmak uğraş gerektiriyor. Evde de büyüyor çocuk ama imkan varsa yapmalı bunları. Antik kent ve müze olayına girmiyorum bile.
Sonra bir Ege kasabasına taşındık. Bunu yapabildik. Çünkü açıkçası çok para kazanmak hiç önceliğim olmadı. Optimum bir seviyeyi tutturmak yetti. Bu gözümüzde büyüttüğümüz denli acayip bir birikime denk gelmiyordu o zamanlar. Belki biraz birikmiş para, bir miktar düzenli akar gelir, mesela kira, yetiyordu genelde. Şimdilerde hayat zor. Dünyanın her yerinde zor. Ama ben bu yer, yurt ve hayat değişikliklerinin tek kriterinin para olmadığını net gördüm bu yaşıma gelene kadar. Benden çok daha zengin kişilerin söylene söylene konfor alanlarında konfor aradıklarına şahidim. Kesinlikle anlıyorum bu durumu da. Gerçekten zordur o alandan ayrılmak. Geçmişinin göçlerle dolu olması ve eşinin seninle aynı sayfada olduğu bir durum gerekli ilk olarak.
Neyse o Ege kasabasında İstanbul`daki gibi listelerce yapılacak etkinlikler yoktu elbette. Bir süre kahverengi tabelaların rotasında antik kent gezmek, kayalıklara, tepeliklere tırmanmak, sahilin bilinmeyen köşelerini keşfetmek gibi uğraşlarımız oldu. Ama bir yere kadar, malum. O zaman artık özlediğimiz etkinlikleri bizim yapmamız gerektiğine ikna olduk. Gönüllü olarak çocuklara ve hatta zaman zaman kendimize yönelik etkinlikler organize etmeye başladık. 100`den fazla etkinliğin organize edilmesi ve duyurusu geçti elimden. Ne iyi yapmışım şimdi düşününce. Ama bunlardan para kazanmak da bir yöntem olabilirmiş şimdi düşünüyorum da. Kitap kulüpleri, drama, elişi ve oyun atölyeleri, iklim için grevler, takas şenlikleri ve neler neler. Hepsi de işinin ehli gönüllü kişilerle ve ücretsiz. Ne şahane değil mi? Bunlarla gurur duyuyorum, yalan yok. Ayrıca fazla mütevazı olmaya da gerek yok. Bence bu duygu fazla abartılıyor. Konudan kopacağım biraz ama neden yaptıklarımızı ve bizi bir başkasının taktir etmesini bekliyoruz ki? Biz biliyoruz nelerle uğraştığımızı. Kendi hakkımızı kendimiz de verebilmeliyiz bence. Neyse…
İşte sonra anlaşılan orada daha da yapacak bir şey kalmadığına kanaat getirmiş olmalıyız ki, bir iki ay içinde Arjantin`e, Buenos Aires`e taşındık. şimdi de dil öğrenmeye debeleniyoruz. İspanyolca ne zormuş ayol. Ama bu arada elbette şehrin altını üstüne getirmeyi, gidilebilecek ne kadar konser, müze ve park varsa hepsini sırayla keşfetmeyi ihmal etmiyoruz. Ne kadar çok varmış üstelik de. Bu anlamda bana cennet gibi geliyor bu yeni şehrim.
Yani şimdi düşünüyorum da, aradaki birkaç yıllık Londra macerasını veya hayatımın ilk 10 yılının geçtiği Anadolu köylerini saymadan bile ne kadar da hareketli bir hayatım olmuş. Bazen bunları insanın kendine hatırlatması, şöyle bir geçmişin muhasebesini yapması, kendiyle hesaplaşması, sırtını pışpışlaması gerekiyor sanırım. Çünkü kişiyi en iyi kendi biliyor.